Yunus Emre’nin Eskişehir’deki türbesi oldukça büyük bir külliyede yer alıyor. Külliye alanının içinde Yunus Emre’nin üç türbesi, bir cami, bir müze ve yiyecek içecek satan büyükçe bir dükkan var. Külliyenin geniş bahçesinde oturup da bir zaman Yunus Emre’yle hemhal olmak için banklar, kamelyalar ve düz çimenlik alanlar bulunuyor. Külliye’ye 09:00-17:00 saatleri arasında ücretsiz ziyaret edilebiliyor (4).
Anadolu’daki diğer Yunus Emre türbelerinden farklı olarak Eskişehir Mihalıççık’ta, birbirine 50-100m mesafede Yunus Emre’nin üç kabri var. Yunus’u sevenlerin yıllar boyu ziyaret ettiği ilk kabir, 1947 yılında açılarak Yunus Emre’nin naaşı önce bir sandukaya, sonra, 1949’da ikinci bir kabre alınmış. Ardından, 1970 yılında, buradan da alınarak, bugün hala gömülü olduğu üçüncü kabre nakledilmiş.
Yunus Emre’nin Eskişehir’deki üç mezarı
Birinci mezara ait bilgi levhasında aşağıdaki bilgiler verilmiş.
Yunus Emre (1241-1320)
Yunus Emre zaviye ve türbesi 1921 Yunan işgali sırasında yakılmış olup daha sonra Yüzbaşı Selim adında bir zat türbeyi temizleterek bugünki durumuna getirmiştir. Temizlik esnasında tahta ile döşenmiş kısımdaki yangın tabakası kaldırıldığından bugünkü seviye farkı meydana gelmiştir.
Kabir 28 Haziran 1947 tarihinde bir heyet tarafından dini tören ile açılarak antropolojik inceleme yapılmıştır. Kabir açıldığında Yunus’un sağ yanı üzerine yatar vaziyette, sağ eli başı altında, son eli avret yeri üzerinde olduğu görülmüştür.
06 Mayıs 1949 Cuma günü sanduka içerisinde bulunan naaş sanduka ile birlikte buradan çıkartılarak ikinci kabire taşınmıştır.
İkinci mezar ve naaşın birinci kabirden ikinciye nakli hakkında II. mezar levhasında aşağıdaki bilgi verilmiş:
Tren yoluna yakınlığı sebebiyle birinci kabrin üzerine bir külliye yapılması mümkün olmadığı için 28 Haziran 1947’de Yunus Emre Hazretleri’nin kabri açılarak bir sandukaya konulmuştur. İkinci türbenin yapımı bitinceye kadar aynı yerde muhafaza edilen sanduka, 6 Mayıs 1949’da birinci kabirden alınarak 60 metre doğuda bulunan ikinci kabre devlet töreni ve halkın yoğun katılımı ile nakledilmiş ve üzeri birinci kabirden getirilen toprakla örtülmüştür.
Türbedeki III. mezar levhasında ise şu bilgiler verilmiş:
İnşa edilen ikinci kabir yerinin Yunus Emre Hazretleri’ni anma törenleri ve ziyaretgâh alanı olarak yetersiz olması sebebiyle 24 Mayıs 1970 tarihinde üçüncü kabre devlet töreni ile nakledilmiştir. Bu türbe Selçuklu Mimarisi özelliğiyle, sekiz sütunlu, yayvan kubbeli, sütunlar arası kemerli, etrafı açık, kabri üzeri mermerden Rumi Palmet motif işlemeli sekizgen tarzında olup Cennetin sekiz kapısını temsil etmektedir.
Birinci mezarın kazılması ve nakli hakkında
Yılmaz Önge, yapılan kazıda birinci mezar içinde bazı kemiklerin bulunduğu, bu kemiklerin antropologlar tarafından incelendiği ve çeşitli laboratuvar tetkiklerinin yapıldığı ve ona göre bazı hükümler yürütüldüğünü bildiriyor (6).
Dr. Müjgan Cunbur ise ilk mezar açıldığında orada bulunduğunu belirterek şunları söylüyor:
“[…] mezar açıldığı zaman kemikler diziliydi yerde, toz toprağa bürünmüş vaziyetteydi; fakat, tam bir İslâmî tarzda yattığını ifade ettiler ve yanımızda o zaman ki İnkılâp Tarihi Müzesi Müdürü olan arkeolog bir bey vardı, o kemiklerin boylarını ölçtü ve kemiklere bakarak, yüz yapısına da bakarak […] bunun bir Türkmene ait olması lazım geldiğini söyledi. O zaman bir de zabıt tuttular bu konuda. […] bu işler yapılırken hava fevkalade tertemiz bir havaydı, birdenbire bulutlandı bir yağmur yağdı, o kemiklerin hepsi yıkandı ve yeniden düzenli bir şekilde tabuta konup gömüldü. (6)”
Nezihe Araz Anadolu’da Yunus Emre’ye ait yirmi iki mezar sayıldığını yazmış ve günün birinde ona ait başka mezarlar, türbeler, makamlar da bulunursa hiç şaşırmam demiş… Bu durumu da Türk halkının kadirbilirliğine bağlamış, böyle bir eren şairi her köy, her kasaba kendine mal etmek, gönlü çektiğinde ziyaret edebilmek ister demiş. Ne kadar haklı değil mi?
Günümüzde Yunus Emre dediğimizde akıllara gelen ilk yerlerden biri şüphesiz ki Eskişehir. Eldeki verilere göre Yunus Emre’nin Eskişehir’in Mihalıçcık ilçesine bağlı Sarıköy’ünden olduğu söyleniyor. Yunus, Tapduk Emre dergahındaki çile dönemini doldurduktan sonra yola düşmüş, gurbete çıkmış, Konya, Şam, Azerbaycan ve tüm Anadolu’yu dolaşmış. Yolculuğunun nerede sonlandığı, nerede öldüğü ve gömüldüğü ise bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bununla birlikte Nezihe Araz, Yunus Emre’nin hayat hikayesini anlatan ‘Dertli Dolap’ isimli eserinde Yunus’un çevresindekiler ile şöyle bir konuşma yaptığını yazıyor: “Bir gün her kul gibi beni de Sarıköy mezarlığına götüreceksiniz. Buna kendinizi hazırlamalısınız. Oradan ayrıldıktan sonra beni içinizden duyar, sesimi can kulağıyla dinlerseniz mesele yok…” ve bir sonraki sayfada ise Nezihe Araz dokuz ayrı kişiyi konuşturuyor ve her biri Yunus’un bir başka yerde, kendi memleketlerinde gömülü olduğunu söylüyor, neticede her biri Yunus bizim, Yunus bizim diye bağırıyor… En sonunda eşikte beliren bir yolcu, “Yoldaşlarım, döğüşüp çekişmeyin bu işin sonunu bulamazsınız. Onun her gönülde bir türbesi vardır. O ebedi yolcu her gittiği yerde bir çerağ uyandırmakla görevlidir.” diyor.
Neticede biz de Yunus Emre Yolculuğunda bu yazılanları bizzat yaşadık nereye gittiysek kaşımıza çıkan ve Yunus Emre’ye gönül vermiş insanlar evet bizim Yunus’un asıl mezarı burada dediler. Eskişehir’de bizim Yunus diyen yerlerden biri. Gelin geniş bozkırların içinden geçilerek gidilen Sarıköy’deki türbenini hikayesini öncelikle Nezihe Araz’ın masalsı dilinden okuyalım.
“Bugün artık hiç kuşkusuz şunu biliyoruz ki, Yunus Emre’nin gerçek türbesi Eskişehir’in Sarıköyü’ndedir. Bunu ilk kez, bundan yıllarca evvel Prof. Fuat Köprülü haber vermişti. Sonra, daha başkaları da tekrarladılar. Ama önemli olanı 1974 yılında, Yunus Emre, çok tatlı bir ermişliği ile insanlara haberi kendi verdi. Bakın nasıl:
Bir zamanlar, Ankara – İstanbul arasında işleyen trenler geçerken, saygı düdüğü öttürür, demiryolu personeli yüzünü yol üstündeki türbeye dönermiş. Bu, onlara, demiryolunu yapan Alman mühendislerinden kalma bir gelenek. O mühendisler, inşaat Sarıköy önüne gelince, Müslüman âdetlerini güderek kurban kesmişler, küçük bir dini tören yaptırmışlar. Orada Türklerin en büyük şairi ve ermişi Yunus Emre’nin yattığını biliyorlarmış. Türbe yanındaki şirin zaviyeyi de pek severlermiş.
Bu saygı havası, Yunan Sarıköy’e girip ortalığı yakıp yıkıncaya kadar böylece sürmüş.
Sonra, her şey unutulup gidiyor… Ta… bin dokuz yüz kırk sekiz yıllarına kadar.
Bu yıllarda, tren yolu çift hat yapılmaktadır. Yollarda değişiklikler oluyor ve planlara göre Sarıköy’de bu yol tam Yunus Emre türbesinin üzerinden geçecek.
Bunu duyan -nasıl duymuşlar bilinmez- yüreği temiz ve uyanık bir iki insan -çok değil, o kadar!— ilgili makamlara başvurarak türbenin yüz elli metre geri alınması için izin istiyorlar. Her şeyi kendileri yapacak. İzin veriliyor; ancak bu izne bazı şartlar ekleniyor: Orada hiçbir tören yapılmayacak, kimseye haber verilmeyecek, Eğitim Bakanlığı’nın gönderdiği bir arkeolog işe gözcülük edecek “vesaire!” Yunus Emre âşığı o birkaç insan, her şarta eyvallah, diyorlar. Onların dileği koca ermişi trenler altında çiğnetmemek, ısırganlar içinde kaybolan türbeyi ‘ baykuş yuvası olmaktan kurtarmak, yerine küçücük de olsa temiz bir anıt yapmak!
Çalışma hemen başlıyor. Tren yolunun yüz elli metre ilerisine, beyaz köfeki taşından küçük bir anıt yaptırılıyor. Yunus Emre’nin, kabrinden o anıta taşınacağı gün, beş kişilik bir heyet Ankara’dan Sarıköy’e geliyor. Aldıklan talimata göre adeta gizli geliyorlar, kimseye sezdirmeden! Heyetin başında benim bildiğim, Yunus Emre Derneği’nden değerli araştırmacı Halim Baki Kunter, eşi Vildan Kunter, Adnan Saygun var. Bu konukları, akşamın alaca karanlığında karşılayan Sarıköy muhtarı son derece heyecanlı: “Beyler, siz bana sıkıca emir verdiniz ama ortalıkta benim anlayamadığım şeyler var. Sarıköy’e kamyon kamyon, araba araba adam geliyor. Aha şu arada toplanıyorlar!” diyor.
Yapacak bir şey yok. Gece yarısı gelip Allah’ın dağında yatanlara, nereden geldiniz, neden geldiniz, diye sorulabilir mi? Ertesi sabah erkenden uyanıp işe koyulmak üzere türbeye gelen heyetin gördüğü manzara inanılmaz, akıl ermez bir iştir. Sarıköy ovasında en aşağı, evet en aşağı otuz bin kişilik bir insan denizi dalga dalga dalgalanmakta, ilahiler söyleyerek töreni beklemektedir:
Sol cennetin ırmakları
Akar Allah deyu deyu.Kim çağırdı, nereden geldi bu insanlar?
Nerelerden gelmişler ki? Sandıklı’dan, Bolvadin’den, Konya’dan, Bolu’dan. Otobüsler “törene yetişmek şartıyla” tutulmuş. Hem de öylesine bir geliş de değil bu! Bolu’lular en ünlü aşçılarıyla, Konya’lılar kaşıklan ve koyunlarıyla; Karadut köyü meşhur pekmez kazanlarıyla, kamyon kamyon ekmekleri, mevlit şekerleri, mevlithanlanyla ve… Getirecek hiçbir şey bulamayan bazı yerler de “bari ortalıkta hizmet etsinler” diye okul öğrencileriyle törene geliyorlar. Ben bu törenin inanılmaz fotoğraflarını bir iki yerde yayımlamıştım. Elbet görenleriniz olmuştur.
Bugün hâlâ bir sırdır ve sır kalacaktır: bu kadar insan bir gecede nasıl toplandı, nasıl örgütlendi, nasıl çıt çıkarmadan, en küçük bir aksaklık olmadan bu tören başarıldı? Gelin de çözün!
Kabir, heyet huzurunda açılınca görülen manzara da yazdıklarımız kadar efsaneli. Çekilen fotoğraflar var. insanı şaşırtıyor. Bir eli başının altında, bir eli kalbinin üstünde, en aşağı altı yüzyıldır en küçük bir bozulmaya uğramadım uyuyan bir iskelet. Gereken bütün dini tören yapılarak, yeniden tabutuna kondu. Bir gün evvel, yazı masası için şehirden yeşil bir çuha getiren kaymakam: “Aman!” diyordu. “Bu çuhayı da Hazret’in üzerine örtelim!” O da örtüldü.
O gün öğle namazında on yedi – on sekiz bin kişilik bir topluluk vardı. Eski mezardan, yeni mezara kadar yüz elli metrelik yolu namazdan sonra topluluk, Yunus’un tabutuyla tam üç saate yürüdü. Herkes onu bir kere kucaklamak istiyordu, ihtiyar kadınlar, genç kadınlar ağlıyor: “Ah” diyorlar, “İman asasıyla, çoban sopasıyla koşuştuk geldik!”
Defin töreni bitip Yunus yerine yerleşince bir de bakıyorlar kazanlar kurulmuş, etli pilavlar pişmiş, helvalar dökülmüş… Öğrenciler hizmet ediyor, yemekler yeniyor. Ondan sonra Anadolu’nun en ünlü Mevlithanları Süleyman Çelebi’nin “Mevlit”ine başlıyorlar. Bir ölmez şairin bir ölmez şaire seslenişiyle tören sona eriyor.
Şimdi birçokları “Acaba böyle, tam masallarda olduğu gibi, inanılmaz bir olay gerçekten oldu mu?” diye kendi kendilerine soracaktır. Soradursunlar! Bereket, Allah’tan, Koca Yunus işin teknik tarafını da ihmal etmemiş, kendi tertiplediği törene, çağın icaplarına göre, fotoğrafçılar da göndermiş ki bütün bu hikâye, baştan sonuna kadar, resimlerle saptanmıştır.
İşi bana bırakırsanız Âşık Yunus’un sözüne bir türlü nokta koyamayacağım. Bunun için, onun anıtını süsleyen şu dörtlükte söz torbasının ağzını gene ona bağlatıyorum:
Haktan gelen şerbeti içtük elhamdülillah
Şol kudret denizini geçtük elhamdülillah
Derildük punar olduk, irküldük ırmağ olduk
Akduk denize dolduk, taşduk elhamdülillah (2)”
Ne güzel yazmış değil mi… Eğer okumadıysanız Nezihe Araz’ın ‘Anadolu Erenleri’ ve ‘Dertli Dolap’ eserlerini okumanızı tavsiye ederiz.
Yunus Emre’nin Eskişehir’deki mezarı ile ilgili bilgilere Abdülbaki Gölpınarlı’nın ‘Yunus Emre ve Tasavvuf’ adlı eserinde de rastlıyoruz. Porsuk suyunun Sakarya’ya karıştığı yere yakın Sarıköy için Gölpınarlı da şunları yazmış:
“Şakaayık, Tapduk’un Sakarya havzasında oturduğunu söylemekte, Lâmiî, Yunus’un burda yattığını bildirmekte, Vilâyet-Nâme de Sarıköy’de doğduğunu ve mezarının da orda bulunduğunu haber vermektedir. İbrahim Hakkı Konyalı’nın yayınladığı vesika da bunu kuvvetlendirmektedir. Halim Bâki Kunter, burda Yunus’un bir zâviyesi bulunduğunu, sonradan Sivrihisar’da ayrı bir dergâh kurulduğunu, Yunus yolunu tutanların bu dergâhta toplanıp sohbet ettiklerini, Yunus Divanı’nı okuduklarını, bu toplantılara Yârân Meclisi dendiğini, tekkelerin, vakıflarına dair elinde birçok vesikalar bulunduğunu, bunların Evkaf İdaresi tarafından neşredileceğini yıllarca önce haber vermişti, yıllar geçti, hâlâ haber yok. ölmezsek belki bir gün, elde mahbus kalan bu vesikalarla müşerref oluruz.
On, on iki yıl önce, ilerde Ankara’ya çift demiryolu hattı yapılacağı düşünülerek Yunus’un, arka tarafta yapılan bir tepeye nakli kararlaştırıldı. Avrupa’dan, bir yerden bir uzman da getirildi. Mezar açıldı, iskelet bulundu. O zaman, kafa tasına göre şairin Türkmen ve kafasının bir dâhi kafası olduğunu, altı asır önce, seksen yaşlarında ölmüş bir adama ait bulunduğunu söyledi. Kemikler bir tabut içine kondu. Resmen ilân edilmeyen bu törende bulunanlar, ta Erzurum köylerinden bile adam geldiğini, gelenlerin yirmi bin kişiyi bulduğunu, koyun, keçi, bulgur, hatta bir tutam tuzla gelenler olduğunu, kalabalık yüzünden tabutun elden ele nakledildiğini, hatta önce, acaba Yunus buna razı mı diye tereddüt içinde bocalarlarken bu hali görünce, Yunus memnun, kendisi gidiyor diye sevindiklerini, getirilen şeylerle ovada üç gün ziyafet verildiğini anlattılar.
O dehayı taşıyan dağılmış kemik mahfaza, şimdi, Sarıköy’de, küçücük bir tepe üstündeki tertemiz mezarda saklı. Hatırası yurdun her yanında, dünyanın her bucağında, sevgisi insanlığın gönlünde.” (3)
28 Haziran 1946 Cumartesi günü Eskişehir’in Mihalıçcık ilçesine bağlı Sarıköy’de bulunan Yunus Emre zaviye ve türbesinde Yunus Emre’ye atfolunan mezarın açılmasıyla çıkan iskelete ait rapordur (5):
Yunus Emre’ye ait olduğu söylenen bu mezar Ankara-Eskişehir demiryolu hattı üçerinde Sarıköy istasyonundan 1300 metre mesafede kain Sarıköy’ün 300 metre kadar güney batısındaki mezarlık civarında ve demiryoluna muvazi (hatta 6 metre mesafede) olarak çamur harçlı ve dere taşlarından yapılmış adi kagir yapı içindedir.
Yunus Emre zaviye ve türbesi 1337 (1921) Yunan işgalinde yanmış olup bu yapı aynı yerde sonradan yapılmış ve üzeri sazla kapatılmış ise de tren hattı üzerinde olması hasebiyle makineden çıkan kıvılcımlarla üzerindeki sazlar yanmış olduğundan halen yalnız bu kaba taş duvar örgüleri ayaktadır.
Mezar, haricen alelade (orada bulunabilecek eski ve yeni taşlarla) taş ile örtülüdür. Hatta bu taşlar arasında Bizans veya Selçuk (?) devrinden kalma işlenmiş mermer taş parcaları da vardır.
Taş örgünün ebadı: Uzunluk 3.60m, genişlik 1.85m, yükseklik başucunda 1.75m, ayak ucunda 1.20m’dir. Bittabi yukarılardaki kayıtlarımızdan da anlaılacağı üzere bu mezarın aslı olmayıp sonradan örülmüştür. Keza, aşağı seviyededir. Biraz sonra üzerinde esaslı olarak durmamızı gerektirecek olan bu hususu köyün yaşlılarından Ethem Efendi ile muhtar Hasan bizzat kendi gördüklerine nazaran şöyle izah etmişlerdir:
Türbe Yunan işgalinde yanmazdan evvel zaviye ve diğer kısımlarla aynı seviyede idi, yalnız türbe kısmının zeminine – itina maksadı ile- tahta döşeme yapılmış bulunuyordu. Fakat, Yunan işgalindeki yangında türbenin diğer kısımları ile birlikte mezarın bulunduğu kısım da yanmıştı. Ancak, istirdattan sonra Yüzbaşı Selim adında bir zat Yunus Emre’ye karşı duyduğu hürmet hissi ile türbeyi temizleterek alelade dahi olsa bugünkü gördüğümüz taş duvarları ördürüp üzerini sazla kapatmıştır. İşte bu temizleme esnasında bilhassa tahta ile döşenmiş bulunan mezarın bulunduğu kısımdaki yangın tabakası kaldırıldığından bugünkü seviye farkı meydana gelmiştir.
Mezarın açılması
Türbenin fotoğraf ve ölçüleri alındıktan sonra mezarın açılmasına geçildi. Mezarın üzerinde seccade vazifesini gören küçük hasırlar örtülüydü. Bunlar kaldırıldıktan sonra baş ve ayak ucunu işaretleyen taşların arasından 2.30m boyunda bir ağaç uzatılmış bulunuyordu. Ağaçla mezarın ayak ve başuçlarını işaretleyen bu taşların arasından itibaren gerek mezarın görünmesi gerekse çıkması muhtemel herhangi bir belgeye rastlanmadı. Yalnız, bu taş ve toprak yığını tamamen kaldırıldıktan sonra taş döşemenin altında yangın tabakasının izlerine tesadüf olundu ki bu da mezarın üst kısımlarının sonradan yapıldığını ve Yunan işgalindeki yangına dair söylenenleri teyit etmektedir. Taş ve toprak yığını kaldırıldıktan ve türbenin taban seviyesi bulunduktan sonra – baş ve ayak- ucunu işaretleyen taşlar yerinde kalmak suretiyle çıkması muhtemel iskeletin yerini tahmini olarak tespit ederek toprağın açılmasına devam edildi. Zeminden itibaren 10-15 cm derinlikte toprak arasından Selçuk devrine ait üzeri resimli ve sırlı bir kase parçası ve birkaç tane çürümüş ağaç parçası çıktı. Toprağın elenerek alınmasına ve son derece dikkat edilmesine rağmen başka herhangi bir arkeolojik veya sair belgeyi rastlanmadı.
Kazı esnasında iskeletin beklenmedik bir an ve yerde çıkması ihtimalini göz önünde tutarak parçalamamak ve herhangi bir sadmeye maruz bırakmamak gayesi ile baş ve ayak ucu taşlarına nazaran iskeletin etrafından kanal açarak çıkması muhtemel iskeleti ordada bırakarak toprak kürek ucu ile itina ile açıldı. Nitekim hiç ümit edilmediği bir sırada, yani daha zeminden 25-30 cm inilmişti ki iskeletin kafatası görüldü.
Önce, çok satıhta çıkması itibariyle şüpheli görülmesine rağmen -her ne olursa olsun arananı düşünmeden önümüze çıkan vakıayı tespit etmek ilmin icaplarından olduğu cihetle-her hangi bir endişeye kapılmadan iskeletin mahiyetini tam olarak tespit edebilmek için dikkat ve itina ile mala ve bıçak kullanarak çıkarıldı. Şükrana değer olan cihet budur ki bu çeşit kazılardan tam olarak ve parçalanmadan çıkarılmış olan iskeletin pek nadir olduğu düşünülürse bu iskelet beklenmedik bir sırada çıkmasına rağmen parçalanmadan, zedelenmeden ve tam olarak çıkarılmıştır.
Topraktan çıkan kısımlarını güneşe karşı maskeleyerek tecezzi ihtimali de önlenmiş olan iskelet yatırıldığı zemin üzerinde olduğu gibi meydana çıkarıldı.
Tespit edilen hususlar
Mezar doğrudan doğruya toprak çukurdur: Binaenaleyh ceset olduğu gibi toprak zemin üzerine konmuştur. Zira iskelet kaldırıldıktan sonra konulduğu yerde yapılan araştırma sonucunda başka herhangi bir iz görülmedi. Yalnız toprak arasında bulunan ahşap parçaların da ifade edeceği üzere bu toprak çukurun iskelet konduktan sonra -bugünkü gömme tarzında olduğu gibi- bir ucu zeminde bir ucu da satıhta olmak üzere ağaç kalas ve tahtalarla kapatılmış olması lazım gelir. Üstteki sanduka şeklini ise bugünkü materyal ve imkanlarla tespit etmek çok güçtür.
Gömülme şekli
Baş batı istikametinde olmak üzere sağ tarafa yatırılmıştır. Sağ kol vücuda muvazi olarak yatırılmış, ön kol kalça üstünden dönerek başın yanına düşmüş vaziyettedir. (Bunun sonradan cesedin çürümesi sırasında vuku bulmuş olması muhtemeldir). Sol kol ise kaburga kemikleri üzerinde ve kalçanın üstünden dönerek elleri ile birlikte öne kıvrılmış vaziyettedir. Bacaklar yan yana ve birbirine muvazi olarak uzatılmıştır. Bu tarz tamamıyla İslami akideye uygun bir gömmedir. Yalnız, İslami akideye uygun düşmeyen seviye meselesine gelince; filhakika iskelet türbenin bugünkü taban seviyesine göre 25-30 cm’de gömülmüş ve vazolonduğu toprak zemine nazaran da 45-50 cm derinlikte yani satha yakın olarak çıkmış görünüyorsa da yukarıda da işaret olunduğu üzere mezarın bulunduğu kısmın seviyesi sonradan yapılan temizlik esnasında -yangın tabakasının kaldırılması münasebetiyle- alçaltılmış olduğundan bu kısmın asıl seviyesi türbenin halen iki merdiven yani 80-90 cm yükseklikte olan kısımları ile aynı olması lazım gelir ki buna göre de mezarın derinliği 1.25-1.30 m olur ik bu da İslami akideye tamamen uygundur. Keza, bu iskelet üzerinde gerekli ilmi tespitler yapıldıktan sonra kaldırılmış ve çukur içinde 1.50 m derinliğe kadar araştırma yapılmışsa da aynı çukur içinde başka bir iskelet veya herhangi bir ize rastlanmamıştır.
İskeletin durumu
İskelet sağlam ve tam olarak bulunmuştur. Bu hususun izahını toprağın cins ve bünyesinde aramak icap eder. İskelet, kuru ve killi bir toprak içinde bulunmaktadır. Bu bünyedeki topraklar değil 600-700 senelik bir cesedi, daha eski devirlere ait iskeletleri bile saklayabilirler. Nitekim birçok kazılarda killi ve yabis topraklar arasında daha eski devirlere ait iskeletler sağlam olarak çıkmıştır.
İskelet üzerinde tespit edilen morfolojik ve tavsifi karakterler:
- Kafa yuvarlak ve çok yüksektir. Hususiyle münkeşif bir alın (frontal) nahiyesi ile karakterizedir. Sütürler tamamıyla kapanmıştır. Genel heyeti ile ovoide formada olmakla beraber kafa (occiput) kemiğinde bariz ve mevzii bir çöküntüyü müteakip antropolojide “ginion” adı verilen bir kafa yumrusu görülmektedir. Ayrıca küçük ve eğri uçlu bir inan müşahade olunmuştur.
- Mastoitler normal hacimdedir.
- Göz çukuru (orbite) müstatili biçimindedir.
- Burun ince ve uzundur.
- Yüz kafaya nazaran küçük ve uzundur.
- Alt çene (mandibule) tamamıyla normal ve menton nahiyesi münkeşiftir.
- Elmacık kemikleri hafif çıkıktır.
- Dişler sekiz tanesi hariç tam ve sağlamdır. Fakat, öğütücü dişlerin çentikleri ve bölmelerin tamamen aşınarak silinmiş ve düz bir safiha haline gelmiş olduğu gibi katıaların uçları da kütleşmiş ve tamamen düzleşmiştir.
- Havsala kemikleri normal şekilde ve kapalı delik tabir edilen delikler beyzi formadadır.
- Fıkralar ve uzun kemikler normal kalınlıkta ve tamamen inkişaflarını tamamlamış bünyededirler.
Gömülme tarzı ile bir müslümana ait olduğu anlaşılan bu iskeletin tespit edilen morfolojik karakterlerine nazaran kafa, yüz ve havsala kemiklerinin tetkikinden kâhil bir erkeğe ait olduğu ve bu insan kemiklerinin genel morfolojisi ve hususuyla dişlerinin durumuyla 60’ı tecavüz eden bir yaşta olduğu söyleyebiliriz.
Bunlardan başka kafanın yüksek ve yüze nazaran büyük olması bu iskeletin daha ziyade dimaği tipte bir insana ait olduğunu ifade ederse de bu hususta kat’i hüküm ve neticeyi alınan ölçüler ve ölçülere istinat eden karineler verecektir.
İskelet üzerinde gerekli tespit ve incelemeler yapıldıktan ve fotoğrafları alındıktan sonra hazır bulundurulan enstrümanlar vasıtasıyla başta kafası olmak üzere -ilmi metodlar dahilinde- lüzumlu klasik ölçüler alındı.
Alınan ölçülerin başlıcaları
Ölçü alınan yer | Ölçü değeri |
Kafanın önden arkaya en büyük uzunluğu | 183mm |
Kafanın en büyük genişliği | 150mm |
Kulak deliği kafadamı (vertex) yüksekliği | 136mm |
Basion-Bregma | 150mm |
En küçük alın genişliği | 60mm |
Elmacık kemikleri arası (yüz genişliği) | 125mm |
Burun genişliği | 18mm |
Burun irtifaı | 34mm |
Yüz uzunluğu (nasion-mentonier) | 165mm |
Göz çukurunun irtifaı | 34mm |
Göz çukurunun genişliği | 43mm |
Kafatası deliği uzunluğu | 33mm |
Kafatası deliği yüksekliği | 38mm |
Damak genişliği | 58mm |
Damak uzunluğu | 67mm |
Pazu K. (humerius) uzunluğu | 320mm |
Döner K. (Radius) uzunluğu | 232mm |
Dirsek K. (Cubitüs) uzunluğu | 263mm |
Uyluk K. (Femur) uzunluğu | 437mm |
Kasaba K. (Tibia) uzunluğu | 366mm |
İğne K. (Fibula) uzunluğu | 358mm |
Kafa çevresi uzunluğu | 540mm |
Alınan ölçülerin kati ifadesine göre tespit edilen fiziki karakterler:
- Kafa karinesi (kafa genişliğinin uzunluğuna nispeti): 81.96 kıymetle yuvarlak kafa (Brachycephale) grubuna girer.
- Burun karinesi (burun genişliğinin yüksekliğine nispeti): 52.94 kıymetle ince (leptorrhinie) gruba girer.
- Kafa irtifaı uzunluk karinesi (kafa irtifaının uzunluğuna nispeti): 74.31 kıymetle yüksek kafa (Hypsicephale) gruba girer.
- Kafa irtifa-genişlik karinesi (kafa irtifaının genişliğine nispeti): 90.66 kıymetle genişliğine nazaran yüksekliği fazla kafa (acrocephale) gruba girer.
- Yüz karinesi (yüz uzunluğnun genişliğine nispeti): 132.00 kıymetle dar uzun yüz (leptopresope) gruba girer.
- Kafa sı’a karinesi (kafanın uzunluk, genişlik ve yüksekliğinini yarısının muayyen binr emsale taksimiyle elde edilen sı’a) 1555 cm3 (bas Bregma irtifaı alındığı takdirde 1715 cm3)
- Boy, uzun kemiklerin ölçüsüne nazaran ve Pearson metoduna göre tesbit edilen boy 162-167 cm arasında bir netice vermektedir ki vasati olarak 164-165 cm’dir. Bu da orta boy grubuna girer.
Bu antropolojik hususiyetlerin ifadesine göre iskelet, orta boy yuvarlak ve çok yüksek kafa ve ince burun karakteriyle Alpli ırk zümresine dahil hususiyle kafa ve yüz özellikleri bakımından Türk ve daha çok Türkmen tipini hatırlatmakta, kafa ölçüleri itibarıyla vasatın çok üstünde bir kıymet taşımaktadır.
Bu fizik karakterleri haiz iskeletin normalin üsütde ve antropoloji dilinde dimaği tip diye vasıflandırılan gruba giren yani kafasını işleten bir insan olduğu ilmi donelere dayanakar tespit ve ifade edebiliriz.
Ankara Etnoğrafya Müzesi
Müdür Muavini
Kemal Güngör